Yalnızlıkta Kaybolmak

Renkli ışıklar altında, bizim Nazım’ın “neon ışıkları” mısrasının çok farklı bir yansımasını Harris'in (
Bill Murray) bindiği taksi camından görüyoruz. Modernlikte dünyanın tepesine Hiroshima Mon Amour’un yaşı kadar senede ulaşmış bir toplumun başkenti uçaktan inen belki dünyaca değil, ama
Japonyaca ünlü Bob Harris’i ağırlıyor.
Orta yaş krizinin sonlarına yaklaşmış, hayatta ulaşacak fazla yeri kalmamış Harris, Japonya’ya reklam filmi çekmek için gelir. Bir viskinin reklam filmi ve fotoğraf çekimleri gibi sıkıcı ama paralı bir işin mecburiyetindeki Harris, yaşlılığa adım atmak üzeredir, mekanın Japonya’da olmasından mıdır bilinmez, o adamın bazı “genç” duyguları Charlotte (
Scarlet Johansson) ile kabarır. Zeki ve genç Charlotte, yirmili yaşların ilk yarısında ve yeni evli, felsefe mezunu bir kadındır; kocasının işi nedeniyle Japonya’da belli bir süre geçirmesi gerekir. Eşinin arkasına düşen bu tedirgin kadın, büyümeye başladığını hissedip, yaşamın iplerini elinden kaçırmamaya çalışmaktadır; Japonya yolculuğunda kaybolmuş hislerini aramaktadır.
Aynı otelin çatısında, üsturuplu ve her şeyi önceden bilen bir çiftin hikayesidir bir nev’i
Lost in Translation. Tek tek ele alındığında, birçok bağımsız filme malzeme çıkartacak kadar doludur film. Kısacası mekanımız kültür mutasyonları geliştiren Japonya, oyuncularımız başkalarıyla evli birer
yalnız çift.
Birtakım rastlantılar silsilesinin sonucunda buluşan iki karakter Harris ve Charlotte, Coppola’nın yalnızlık tanımını oluşturuyor. Bu mucizevî yalnızlıklık paylaşımı, birbirini çok iyi anlayan olgun ve kırılgan insanların kendilerini anlamayanlardan kaçışıdır. Yalnızlık çifti modernliğin veyahut hızlılığın içinde kaybolmuş eşlerince yalnız bırakılmıştır; Harris’in derdini anlamayan karısı ve Charlotte’un işine düşkün kocası, farkında olmadan onları terk etmiştir. Tokyo gibi farklı kültürleri yaraşır-yaraşmaz içinde barındıran, son derece süratli bir yaşama sahip bu kentte yalnızlığın işlenmesi hiç de ironik değildir.
Bombanın düşüşünden sonra Japon kültürü tuhaf mutasyonlar geçirdi; bir vücut gibi düşünürsek, Güneşin Ülkesi yeni bir kola, bacağa ve göze sahip oldu. Haliyle kafanızda canlandırırsanız böyle bir insanı garip geldiğini anlarsınız. Güzel ve çirkin duran yenilikleri var Japonya’nın. Bir Japon’u şimdi Kurosowa’nın filme aldığı tipte, yani samuray halinde, görmek garip gelir bize; oysa teknoloji harikası bir fotoğraf makinesiyle görmek normal karşılanır. Artistik kesimli, saçları boyalı bir samuray filmine benzetiyorum Lost in Translation’u ve bu sebepten dolayı çağdaş sinemanın güzel bir örneği olarak gönlüme yazıyorum. Filmin arka planındaki kültür Coppola sinema kültüründen gelen bir kızın ellerinde böylesine güzel işlenmesi ve ufak bir zaman aralığına sıkıştırılan olgun, hafif çılgın, üzgün ve umutlu aşkın abartısızca anlatışı hayranlık duygumun kelimelere dökülmüş halidir.
Laflarımı bitirmeden, sizi üstad Funkster'in güzel kelimeleriyle baş başa bırakayım.
Yazının devamı için tıklayınız...