20 Eylül 2007 Perşembe

Stestí (Something Like Happiness)

Bana aşkını ver, yaşama sarılayım.
Tonik'in, Monika'dan duymak istediği buydu; çünkü o aşkın bütün zorlukları yenebileceğine inanmıştı. Yaşadığı evin dökülmesine, fakirliğe ve zorluklara aldırmıyordu, Monika'nın gülüşü ona yeterdi, herkesi mutlu etmesi için.


Yukarıdaki satırlar, Çek sinemasının 2005'teki göz ağrı Stesti'den esinlenerek yazılmıştır. Çocukluk arkadaşı olan Tonik (Pavel Liska) ve Monika (Tatiana Vilhelmová), hayatı ve bu hayatın barındırdığı iç burkan gerçekleri öğrenecek olguna gelmiş bir çifttir. Aynı binada yaşan bir grup sıradan insanın, fakirlik feleğinde dönüp durduğu, umutcuklarını umut yapmaya çalıştığı bir filmdir Something Like Happiness. Etraflarına yerleşmiş farklı kuşakların etkisiyle seçim yapmaya çalışan, bocalıyan ve zorlanan Monika ve Tonik'in hikayesi anlatılır, Mutluluğumsu.

Bodhan Slama'nın ikinci uzun metrajlı yapımı, San Sebastian dahil, birçok film festivalinden ödülle dönmüştür. Bu bol ödüllü, bağımsız ve sıcacık filmi izledikten sonra, jenerikte çalan I'm On The Corner Of Your Mind şarkısını buradan indirmek isteyeceksiniz.

Yazının devamı için tıklayınız...

17 Eylül 2007 Pazartesi

Karalama


Yıllardır birbirimizle uzun zaman geçirmiyoruz, belli dönemler halinde bir hafta, iki hafta, bilemediniz üç hafta birlikte olup sonra birbirimizi hiç görmüyoruz, aramıyoruz. Bu birliktelik dönemlerinde aşkımızı tazeliyoruz, o dönemlere has aşklar oluşturup diğer buluşmamıza değin saklıyoruz bunları. Her buluşmamızda aslında mutluluğun ne kadar yakında olduğunu bilip bunun yapamamanın veya yapmanın acısını yaşıyoruz. Ağlıyoruz içten içe, susuyoruz düşüncelere batıyoruz, o ufak dakikalarda aşkımızın en zehirli iltihaplarını ruhumuzdan atıyoruz. Böylece ruhlarımız, o özlemin kötü kısımlarını atıyor ve taze kopuşlara bağışıklık kazanıyor. Takip sırası şaşmayan, katî olan bu aşamalar, ruhlarımıza olgunluk ve sabır katıyor.

Yeni bir aşamaya hazırlık dönemindeyiz, fazla zamanımız yok ve acele edilmesi akışın yön değiştirmesine ya da başka duygusal değişkenler tarafından etkilenmesine yol açabilir. İlişkinin yönünü o verdiğinden, benim duygusallığım nehire atılmış bir sabun çaresizliğinde, aksi halde bu yazıyı onun düşüncelerinin etkin olduğu beynim değil, benim ona verdiğim kalbim yazardı ve sanırım şu şekilde olurdu:

Özlemine nice anlamlar kattım, mavi gözlüm. Bir hapishanedeydim sanki, buradaki oksijen senin yaşadığın yerdekine benzemiyor. Nefes aldıkça bu karanlıkta, insanın içine yalnızlık doluyor. Ağaçları griye boyamışlar ve yağan yağmura herkes şemsiye tutuyor, kimse ıslanmak istemiyor. Öylesine bir hapishane yapmışlar ki; içindeki yaşam, bağımsızlık görüntüsüne boyanmış ve yağmura karşı dayanaklı. Senin yaşadığın yer oysa; gökkuşağı sokakları her ruhun önünden geçiyor, geçitler oluşturuyor, insanlar rahatça aşklarına ulaşıyor. Oradaki hava hep mavi kokuyor ve güneş günde binlerce kez doğuyor.


Yaşamın anlamı değil de, kısa bir kesiti böyledir. Denge adını koyduğumuz mantıklı bahanelere inanıp yalnızlaşıyor, körleşiyoruz, unutuyoruz ve yaşamıyoruz.

4 Months, 3 Weeks & 2 Days


Romanya'nın sinema alanındaki yükselişine eklenen son basamak 4 months, 3 weeks & 2 days. The Death of Mr. Lazarescu'nun uluslararası arenadaki başarısından sonra, 12:08 East of Bucharest'in Cannes'da Altın Kamera'yı kazanması, ardından Cannes 2007'de de Cristian Mungiu'nun üçüncü uzun metrajlı filmi 4 luni, 3 saptamani si 2 zile'nin Altın Palmiye'ye lâyık görülmesi ve California Dreamin' (Nesfarsit) filminin Un Certain Regard ödülüne sahip olması hiç süphesiz birer rastlantı değil. Romen sinemasının bu enerjisi, çeşitliliği ve diriliği ister istemez savaş sonrası İtalyan sinemasının atılımını düşündürtüyor. Genç kuşak sinemacıların yakın tarihi su üstüne çıkarması, post komünizm döneminin kültürel açıdan zenginleşmesine meyil veriyor. İtalya'daki yeni gerçekçilik sinemasının aksine, Çavuşesku sonrası Romanya'daki genç sinemacıların kendi ülkelerinde fazla bilinmemesi ve sinema izleyicisi sayısındaki düşüş kulağa tuhaf geliyor. Maalesef Romen filmlerinin değeri kendi ülkelerinin dışındaki festivallere bağımlı.

4 months, 3 weeks & 2 days, rahatısız edici bir film; aynı 4'ten geriye sayar gibi tarihsel ritmini ve karakterlerin devinimini sonuna değin arttırarak izleyiciye 1 saat 53 dakikalık gerilim yaşatıyor. Seyirciyi Altın Çağ diye adlandırılan komünist rejimin yıkılışından iki yıl öncesine götüren yönetmen, senaryo olarak, ön planda tuttuğu kürtaj sorununu işliyor. 1966'da çıkan bir yasayla kürtajın yasaklandığı Romanya'da, adınların istemediği çocuklarından kurtulması yasadışı yollarla oluyormuş. 33 yıl boyunca 500 bin kadının ölümüne neden olan kürtaj, ülkede ahlâki çerçeveden çok, rejim karşıtlığı ve asilik olarak algılanmış. Bu yönüyle film, Otilia ( Anamaria Marinca ) karakterinden güç alarak karanlık ve ümitsiz bir mekanda geçen kahramanlık, özgürlük, arkadaşlık ve direniş öyküsüne dönüşüyor.

Yazının devamı için tıklayınız...

15 Eylül 2007 Cumartesi

Şerefine Yalnızlık!

Cumartesi gecesini tekliğinizle geçiriyorsanız, ve kadehinizi duvara doğru kaldırıyorsanız; bu işte bir terslik var demektir. Terslik olduğunu henüz şiir adamları kanıtlayamadı ama maddesel dünyada yalnız olduğunuz kesindir. Yanan mumların cılızca aydınlattığı küçük bir odaya sinmiştir, sigara dumanı. Ardı ardına yanan ve sönen ve küllere dönüşen sigaralar, teninizi kaplar. O dediğimiz cılız ışıkta yükselen ve lacivertleşen dumana bakarak, yalnız olmadığınız eski anıları düşlüyorsanız, ve her düşte başka bir eyleme düşüyorsanız haliniz gerçekten içler acısıdır. Toplumun dışına mı itildiniz ya da terk mi etti sizi dostlarınız, bilemem; çünkü kendi benli geceme henüz çözüm bulamadım.

Üst-insan olma çabamın getirdiği sonuçlar bunlar, basit yaşamaya çalışıp her şeyi karmakarışık ederek yalnızlığa tepe taklak yuvarlandım, sayın okuyucular. Okuyucumuz olacak mı, orası da muamma. Öldürmeyen acı güçlendirir, der Nietzche. Sürüne sürüne yaşayıp, işte ölmedim, tüm acılara direndim dersem ödülü bana kim verecek? Ya da bir ödül var mı bunun sonunda? Sufileri örnek alıyorum bazen, onların yolundan gitmeye çalışıyorum. Ne de olsa her şeylerini tek bir amaca teslim etmiş, hayatlarını o amacın aşkıyla doldurup yaşamışlar. Bir amacım varsa benim, ki var, o amaç uğruna çekeceğim eziyetlerin sonucunda yine geçmişi anarak şarap içeceksem niye yaşıyorum? Sorularımın ve sorunlarımın bilinmez cevaplarında boğulurken, nefes alacak bir deliğe dudağımı dayıyorsam, ben sevgiye muhtacımdır. Evet, sevgiye sonuna dek muhtacım!

Sizler, Zorba'yı okudunuz mu bilmiyorum. Zorba, altmış yaşında bir delikanlıdır. Yaşama enerjisini kaybetmeyip, her gün yeniden doğmuş gibi hareket eden bir kahramandır. Onun gibi yaşayabilir misiniz? Ne olursa olsun umudunuzu kaybetmeden, şaraba, kadınlara kısacası zevk-i sefaya her daim ilgi duyabilir misiniz?

Biricik dostum, ruh eşim, sonsuz sırdaşım yalnızlıkla yatmaya gidiyorum ben. İçimi döktüğüm yazıyı da Porcupine Tree'nin Sleep Together şarkısının son mısralarıyla sonlandırayım.

Let's sleep together, right now
Relieve the pressure, somehow
Switch off the future, right now
Let's leave forever

13 Eylül 2007 Perşembe

Sicko


Micheal Moore’un son belgeseli Sicko, Amerikan sağlık sisteminin acımasız bütün yönlerini gözler önüne sermiş. Moore’un Bowling For Columbine (Benim Cici Silahım) ve Fahrenheit 9/11 belgesellerinden alıştığımız tarzı yine filme hâkim; komik, rahatsız edici, abartılı, alaycı ve ironik. Her eserinde Demokratik A.B.D’nin işlemeyen veya çarpık olan taraflarını belirten Micheal Moore, Sicko’da eleştiri dozajını iyice arttırmış, medyadik gücünü arkasına alarak kendi ülkesine saldırmış.

Amerika Birleşik Devletleri’nde sağlık sektörü özel şirketlerin elinde. Başkan Richard Nixon zamanında başlatılan sağlığın özelleşmesi, bugüne gelindiğinde büyük bir kazanç kapısına dönüşmüş. Sigorta ve ilaç şirketlerinin para kazanma hırsının kurbanları belgesele tanıklık yapmışlar. Örneğin; yirmi iki yaşında rahim kanseri olan bir kadının, tedavi masraflarını sigorta şirketi karşılamak istemiyor; nedeni “kadının kanser hastalığı için çok genç” olması; ağır bir hastalık geçiren başka bir mağdurun tedavi masraflarının şirket tarafından reddedilmesinin sebebi; önceden mantar tedavisini gördüğünü, sigorta başvuru formunda atlamış olması. Hastaların şahitlik yaptığı bu çarpıklığa, sigorta şirketlerinde çalışanlar da katılınca para adına insan sağlığının hiçe sayıldığı ayyuka çıkmış.

Yazının devamı için tıklayınız...

12 Eylül 2007 Çarşamba

Mutluluğun Google Sorgusu

Sevgili mavi gözlü dev,
Önceleri, ta sizin zamanınızda, Google yoktu. Ben mutluluğun resmini Google'a sordum, bana bir sürü sonuç çıkardı. Önce Türkçe aradım, Orhan Gencebay'ın fotosu dahil, birbirinden değişik resmi önüme serdi. Sonra Fransızca aradım, Fransızların romantik olduğundan sanırım, çiftleri ön plana alan sonuçlar silsilesine ulaştım. İngilizce aratınca da, el ele tutuşmuş insanların (aile olsa gerek) çayılarda koştuğuna rastladım. Yani kısaca Nazım üstad, mutluluğun farklı dillerde bir sürü resmi mevcut.
Abidin Dino yerine Google'a sorsaydın sen de cevabını alırdın.

Senin zamanında aşklar nasıldı romantik şair? Masum muydunuz hepiniz? İnsanlar inandıklarına ve güvendiklerine sıkı sıkı sarılıyor muydu? Televizyon olmadığından vaktinizi okuyarak mı geçiriyordunuz? Her okuduğunuzla hayallere dalıp, aşklarınızı arıyor muydunuz? Alman romantizmi mi, Fransız romantizmi mi seni en çok etkilemişti? Biliyorum, okumuştun Goethe'yi, Hugo'yu, Schiller'i. Nazım üstad, şimdi bu adamları bilen pek kalmadı, bu sıralar bizde Ahmet Altan çok tutuluyor. Ne yazık ki, sen Ahmet Altan'ı okuyamadın, onun bir de babası var; ikisi de ikinci cumhuriyet falan diyorlar. Çok şey kaçırdın mavi gözlü dev, Ahmet Altan'ın seks fantezilerine romantizm diyen bir toplumdan uzaktasın şimdi. Gerçi sen hep ayrı kaldın vatanından, hâlâ da kabul etmedi seni bizim halkımız. UNESCO falan halt yemiş, en iyisini biz biliriz!

Konuyu dağıttım, kusura bakmayasın Nazım Baba. Ben senin birçok eserini okudum üstad, lise çağımda senin gibi şiir yazmaya çalıştım, arada yine yazarım. Üniversiteye gelince anladım ki, senin seviyene ulaşmak için daha çok acı çekmem gerek. Acılar mı yoğurdu seni böyle? Yoksa doğuştan mı romantiktin? Eğer doğuştan gelen bir yetenekse bu, ben şiir yazmayı bırakayım; yok acılarla hisli şiirler yazacaksam merak etme, ben de uzaktayım birçok aşka ve özlem ile yalnızlık kalem arkadaşım. Nazım üstad, bu çağın yüzeyselliği beni kahrediyor, romantik bir kişiliğe sahibim deyince, herkesin aklına güneşin batışıyla sevdiği kızın öpen erkek tipi geliyor. Hani mutlu sonla biten filmlerde var ya böyleleri, gerçi sen nereden bileceksin; o çağda sinema pek yaygın değildi. Piraye'ye Mektuplar adlı kitabını oğlun çıkardı, ne güzel mektuplar yazmışsın. Böylesine bir aşkı Romeo ve Juliet yavanlığında tanımadığım için mesudum, bırak gizli kalsın aşkınız. Canını sıkma, iki ciltlik o kitabı okuyan pek yoktur senin vatanında.

Gurbet adamı, senin Ayrılış Hikayesi şiirine bayılırım ben, okuduğum her sefer yüz üstü kalmış bütün duygularım kulaklarımda çınlar. Hayalperest benliğimin cevap bulamamış bütün ızdırapları aklıma gelir, yazdığım birkaç şiirin kağıttaki izleri kalbime işler. Her hissin ruhta farklı sarsıntılar oluşturduğuna inandığım gibi, her şiirin kağıtta farklı izler bıraktığına inanırım ben. Senin de aklına böyle şeyler gelir miydi?

Mavi gözlü Nazım, bir çocuğum olursa ileride, adını Nazım koyacağım. Ciddiyim, sorun değil okulda öğretmeninin onu solculukla suçlayacak olması. Bana da ismim Güney'den dolayı takmıştı bir edebiyat öğretmeni. Acaba benim çocuğumun yaşayacağı dönemde, böyle geri kafalılar hâlâ olacak mı?

Yazacak ve soracak bir sürü şeyim var ama hepsini bir kalemde tüketmek istemiyorum. Tüketime toplumuna hayır diyerek, seni bir şiirimle baş başa bırakayım.

özleme yenik düştü
ruhun
koparamadın kalbine yayılan korkuyu
"gri sahilin en kırmızısıydın"
demiştin bana
hatırlamak istemiyorsun
geçmişin umutlu anılarını
bilir misin oysa yeşil bakışlım
aşkların en olgunu özlemler sonrasındaydı.