18 Aralık 2007 Salı

Eastern Promises



Kanadalı yönetmen David Cronenberg'in tamamını ilk kez kendi toprakları dışında çektiği, başrollerini Yüzüklerin Efendisi ve Şiddetin Tarihçesi filmlerinden tanıdığımız Viggo Mortensen ile 21 Grams'daki oyunculuğuyla beğeni toplayan Naomi Watts'ın paylaştığı Eastern Promises; Türkçe adıyla Şark Vaatleri (Fransızcası Les Promesses de l'ombre: Gölge Vaatleri) Yedinci Gemi'nin değerli üye ve çevirmenleri tarafından Türkçeye kazandırıldı. "Her günah bir iz bırakır" diyen Crononberg, bizi Londra'nın kasvetli atmosferinde acımasız bir hikayeye ortak kılıyor.

İyi seyirler...

17 Aralık 2007 Pazartesi

Yedincigemi ve Altyazı

Yedinci Gemi'nin yeni altyazı sistemi açıldı!

ROBIN, daedalus, ebrehe, t-becks, baronio, sson, hasta, pospolen, 213 ve adını sayamadığım birçok değerli çevirmenin, el emeği göz nuru çevirileri artık sadece 7G'de.

Herkese iyi seyirler.

5 Aralık 2007 Çarşamba

Çınlamalar ve Tınlamalar

* sarhoş olup zevk alacaksam
yalan bir eğlenceden
oturup
ayık kafayla
üzülmeyi tercih ederim
sigara kokan
odamda,
dedi.


* Ucu Açık Sohbet *

- Fesleğen ile reyhanı karıştırıyor birçokları.
- Hata ediyorlar, oysa gül ile papatyayı hiç karıştırmazlar.
- Neden acaba, kokuları mı birbirine benziyor?
- Hayır, fesleğenin saksıda olanı şiirlere ortak olmuştur. Reyhan saksıya girmeyecek kadar mordur.
- Moru seviyorum ben.
- Mavinin koyusu makbûldür bence, açık olunca umutlanıyor insan.
- Nedense beni sarı umutlandırır, dikkat çekici bir renk.
- Renklerden bahseden kim? Umuda getirmiştik sohbeti.
- Hangi sohbeti?
- Kurmaya çalışıp, bozuk saat gibi geri kalan ve bizi gece bırakan hayat sohbeti.
- Seninle de sohbet edilmiyor ki.
- ...

27 Kasım 2007 Salı

Aklınızın Hayaletleri

Eski hisleri anmak gibi bir şeydir müzik. Konumuz müzik değil zaten, arka planın önemli bir ayrıntısı. Sizlere anlatacağım hikaye; alışkanlıklarla ilgili.

Geçmişinizin bir döneminde hoşlanmamaya başlatıktan sonra sona eren bir alışkanlığınızı düşünün. Bir sebeple onu, yapmayı veya eyleme geçirmeyi sevdiğiniz şeyi herhangi bir sebeple bırakıyorsunuz. Zamirlerin bol olduğu bu yazıya birkaç örneklendirme iyi gelecektir. Sakal bırakmayı seviyorsunuz, daha sonra bir gün aynaya baktığınızda bu sakalların sizi yaşlı veya çok esmer gösterdiğini düşünüyorsunuz. Bunun sonucunda düzenli düzensiz bir düzende tıraş olmaya başlıyorsunuz. Sakalsız hayatınızın başka bir döneminde canınız tekrar sakal bırakmak istiyor ve upuzun bir sakal bırakıyorsunuz. Yani sakalın, sizi çirkin gösteren şeyin, sonuna kadar gidiyorsunuz. Dibine kadar batıyorsunuz, eskiler aklınıza geliyor.

Eskiler sık sık size uğramaya başlıyor, aklınız hayaletleri, korkulu korkusuz yaşamınıza girmeye başlıyor. Müzikler, sinemalar, konuşmalarınız, içtiğiniz çaylar, gece sonrası sabaha kalmış ağzına dek dolu kül tablaları, aynı paketin paylaşılmış sigaraları, yanmayan kalorifer eşliğinde pencerenin dibine düşen damlaları sessizce izlemek... bunların hepsi belli belirsiz aklınızın sonsuzluğuna çarparak yankılanır. Nereden gelmiştir bunca anı? Misafir sevmeyen akıllar için bu hatıralar hoşnutsuzlukla karşılanır, oysa benim gibiler için bu ziyaretler kahve, sigara ve koyu bir sohbetle karşılanır.

Uzak misafirlerin gelişleri sık olmaz, yan kapı komşumuza benzemez, Almanya’dan çıkan gelen süpriz bir akraba gibidir. Bu sebeple, sevgili okurlarımız, bunları güleryüzle ağırlamalıyız, hem de içten gülerek. Unutmayın, onlar belki bundan yıllar sonra hiç gelmeyecek ve silik bir fotoğraf gibi masanızın üstüne düşecek.

20 Eylül 2007 Perşembe

Stestí (Something Like Happiness)

Bana aşkını ver, yaşama sarılayım.
Tonik'in, Monika'dan duymak istediği buydu; çünkü o aşkın bütün zorlukları yenebileceğine inanmıştı. Yaşadığı evin dökülmesine, fakirliğe ve zorluklara aldırmıyordu, Monika'nın gülüşü ona yeterdi, herkesi mutlu etmesi için.


Yukarıdaki satırlar, Çek sinemasının 2005'teki göz ağrı Stesti'den esinlenerek yazılmıştır. Çocukluk arkadaşı olan Tonik (Pavel Liska) ve Monika (Tatiana Vilhelmová), hayatı ve bu hayatın barındırdığı iç burkan gerçekleri öğrenecek olguna gelmiş bir çifttir. Aynı binada yaşan bir grup sıradan insanın, fakirlik feleğinde dönüp durduğu, umutcuklarını umut yapmaya çalıştığı bir filmdir Something Like Happiness. Etraflarına yerleşmiş farklı kuşakların etkisiyle seçim yapmaya çalışan, bocalıyan ve zorlanan Monika ve Tonik'in hikayesi anlatılır, Mutluluğumsu.

Bodhan Slama'nın ikinci uzun metrajlı yapımı, San Sebastian dahil, birçok film festivalinden ödülle dönmüştür. Bu bol ödüllü, bağımsız ve sıcacık filmi izledikten sonra, jenerikte çalan I'm On The Corner Of Your Mind şarkısını buradan indirmek isteyeceksiniz.

Yazının devamı için tıklayınız...

17 Eylül 2007 Pazartesi

Karalama


Yıllardır birbirimizle uzun zaman geçirmiyoruz, belli dönemler halinde bir hafta, iki hafta, bilemediniz üç hafta birlikte olup sonra birbirimizi hiç görmüyoruz, aramıyoruz. Bu birliktelik dönemlerinde aşkımızı tazeliyoruz, o dönemlere has aşklar oluşturup diğer buluşmamıza değin saklıyoruz bunları. Her buluşmamızda aslında mutluluğun ne kadar yakında olduğunu bilip bunun yapamamanın veya yapmanın acısını yaşıyoruz. Ağlıyoruz içten içe, susuyoruz düşüncelere batıyoruz, o ufak dakikalarda aşkımızın en zehirli iltihaplarını ruhumuzdan atıyoruz. Böylece ruhlarımız, o özlemin kötü kısımlarını atıyor ve taze kopuşlara bağışıklık kazanıyor. Takip sırası şaşmayan, katî olan bu aşamalar, ruhlarımıza olgunluk ve sabır katıyor.

Yeni bir aşamaya hazırlık dönemindeyiz, fazla zamanımız yok ve acele edilmesi akışın yön değiştirmesine ya da başka duygusal değişkenler tarafından etkilenmesine yol açabilir. İlişkinin yönünü o verdiğinden, benim duygusallığım nehire atılmış bir sabun çaresizliğinde, aksi halde bu yazıyı onun düşüncelerinin etkin olduğu beynim değil, benim ona verdiğim kalbim yazardı ve sanırım şu şekilde olurdu:

Özlemine nice anlamlar kattım, mavi gözlüm. Bir hapishanedeydim sanki, buradaki oksijen senin yaşadığın yerdekine benzemiyor. Nefes aldıkça bu karanlıkta, insanın içine yalnızlık doluyor. Ağaçları griye boyamışlar ve yağan yağmura herkes şemsiye tutuyor, kimse ıslanmak istemiyor. Öylesine bir hapishane yapmışlar ki; içindeki yaşam, bağımsızlık görüntüsüne boyanmış ve yağmura karşı dayanaklı. Senin yaşadığın yer oysa; gökkuşağı sokakları her ruhun önünden geçiyor, geçitler oluşturuyor, insanlar rahatça aşklarına ulaşıyor. Oradaki hava hep mavi kokuyor ve güneş günde binlerce kez doğuyor.


Yaşamın anlamı değil de, kısa bir kesiti böyledir. Denge adını koyduğumuz mantıklı bahanelere inanıp yalnızlaşıyor, körleşiyoruz, unutuyoruz ve yaşamıyoruz.

4 Months, 3 Weeks & 2 Days


Romanya'nın sinema alanındaki yükselişine eklenen son basamak 4 months, 3 weeks & 2 days. The Death of Mr. Lazarescu'nun uluslararası arenadaki başarısından sonra, 12:08 East of Bucharest'in Cannes'da Altın Kamera'yı kazanması, ardından Cannes 2007'de de Cristian Mungiu'nun üçüncü uzun metrajlı filmi 4 luni, 3 saptamani si 2 zile'nin Altın Palmiye'ye lâyık görülmesi ve California Dreamin' (Nesfarsit) filminin Un Certain Regard ödülüne sahip olması hiç süphesiz birer rastlantı değil. Romen sinemasının bu enerjisi, çeşitliliği ve diriliği ister istemez savaş sonrası İtalyan sinemasının atılımını düşündürtüyor. Genç kuşak sinemacıların yakın tarihi su üstüne çıkarması, post komünizm döneminin kültürel açıdan zenginleşmesine meyil veriyor. İtalya'daki yeni gerçekçilik sinemasının aksine, Çavuşesku sonrası Romanya'daki genç sinemacıların kendi ülkelerinde fazla bilinmemesi ve sinema izleyicisi sayısındaki düşüş kulağa tuhaf geliyor. Maalesef Romen filmlerinin değeri kendi ülkelerinin dışındaki festivallere bağımlı.

4 months, 3 weeks & 2 days, rahatısız edici bir film; aynı 4'ten geriye sayar gibi tarihsel ritmini ve karakterlerin devinimini sonuna değin arttırarak izleyiciye 1 saat 53 dakikalık gerilim yaşatıyor. Seyirciyi Altın Çağ diye adlandırılan komünist rejimin yıkılışından iki yıl öncesine götüren yönetmen, senaryo olarak, ön planda tuttuğu kürtaj sorununu işliyor. 1966'da çıkan bir yasayla kürtajın yasaklandığı Romanya'da, adınların istemediği çocuklarından kurtulması yasadışı yollarla oluyormuş. 33 yıl boyunca 500 bin kadının ölümüne neden olan kürtaj, ülkede ahlâki çerçeveden çok, rejim karşıtlığı ve asilik olarak algılanmış. Bu yönüyle film, Otilia ( Anamaria Marinca ) karakterinden güç alarak karanlık ve ümitsiz bir mekanda geçen kahramanlık, özgürlük, arkadaşlık ve direniş öyküsüne dönüşüyor.

Yazının devamı için tıklayınız...

15 Eylül 2007 Cumartesi

Şerefine Yalnızlık!

Cumartesi gecesini tekliğinizle geçiriyorsanız, ve kadehinizi duvara doğru kaldırıyorsanız; bu işte bir terslik var demektir. Terslik olduğunu henüz şiir adamları kanıtlayamadı ama maddesel dünyada yalnız olduğunuz kesindir. Yanan mumların cılızca aydınlattığı küçük bir odaya sinmiştir, sigara dumanı. Ardı ardına yanan ve sönen ve küllere dönüşen sigaralar, teninizi kaplar. O dediğimiz cılız ışıkta yükselen ve lacivertleşen dumana bakarak, yalnız olmadığınız eski anıları düşlüyorsanız, ve her düşte başka bir eyleme düşüyorsanız haliniz gerçekten içler acısıdır. Toplumun dışına mı itildiniz ya da terk mi etti sizi dostlarınız, bilemem; çünkü kendi benli geceme henüz çözüm bulamadım.

Üst-insan olma çabamın getirdiği sonuçlar bunlar, basit yaşamaya çalışıp her şeyi karmakarışık ederek yalnızlığa tepe taklak yuvarlandım, sayın okuyucular. Okuyucumuz olacak mı, orası da muamma. Öldürmeyen acı güçlendirir, der Nietzche. Sürüne sürüne yaşayıp, işte ölmedim, tüm acılara direndim dersem ödülü bana kim verecek? Ya da bir ödül var mı bunun sonunda? Sufileri örnek alıyorum bazen, onların yolundan gitmeye çalışıyorum. Ne de olsa her şeylerini tek bir amaca teslim etmiş, hayatlarını o amacın aşkıyla doldurup yaşamışlar. Bir amacım varsa benim, ki var, o amaç uğruna çekeceğim eziyetlerin sonucunda yine geçmişi anarak şarap içeceksem niye yaşıyorum? Sorularımın ve sorunlarımın bilinmez cevaplarında boğulurken, nefes alacak bir deliğe dudağımı dayıyorsam, ben sevgiye muhtacımdır. Evet, sevgiye sonuna dek muhtacım!

Sizler, Zorba'yı okudunuz mu bilmiyorum. Zorba, altmış yaşında bir delikanlıdır. Yaşama enerjisini kaybetmeyip, her gün yeniden doğmuş gibi hareket eden bir kahramandır. Onun gibi yaşayabilir misiniz? Ne olursa olsun umudunuzu kaybetmeden, şaraba, kadınlara kısacası zevk-i sefaya her daim ilgi duyabilir misiniz?

Biricik dostum, ruh eşim, sonsuz sırdaşım yalnızlıkla yatmaya gidiyorum ben. İçimi döktüğüm yazıyı da Porcupine Tree'nin Sleep Together şarkısının son mısralarıyla sonlandırayım.

Let's sleep together, right now
Relieve the pressure, somehow
Switch off the future, right now
Let's leave forever

13 Eylül 2007 Perşembe

Sicko


Micheal Moore’un son belgeseli Sicko, Amerikan sağlık sisteminin acımasız bütün yönlerini gözler önüne sermiş. Moore’un Bowling For Columbine (Benim Cici Silahım) ve Fahrenheit 9/11 belgesellerinden alıştığımız tarzı yine filme hâkim; komik, rahatsız edici, abartılı, alaycı ve ironik. Her eserinde Demokratik A.B.D’nin işlemeyen veya çarpık olan taraflarını belirten Micheal Moore, Sicko’da eleştiri dozajını iyice arttırmış, medyadik gücünü arkasına alarak kendi ülkesine saldırmış.

Amerika Birleşik Devletleri’nde sağlık sektörü özel şirketlerin elinde. Başkan Richard Nixon zamanında başlatılan sağlığın özelleşmesi, bugüne gelindiğinde büyük bir kazanç kapısına dönüşmüş. Sigorta ve ilaç şirketlerinin para kazanma hırsının kurbanları belgesele tanıklık yapmışlar. Örneğin; yirmi iki yaşında rahim kanseri olan bir kadının, tedavi masraflarını sigorta şirketi karşılamak istemiyor; nedeni “kadının kanser hastalığı için çok genç” olması; ağır bir hastalık geçiren başka bir mağdurun tedavi masraflarının şirket tarafından reddedilmesinin sebebi; önceden mantar tedavisini gördüğünü, sigorta başvuru formunda atlamış olması. Hastaların şahitlik yaptığı bu çarpıklığa, sigorta şirketlerinde çalışanlar da katılınca para adına insan sağlığının hiçe sayıldığı ayyuka çıkmış.

Yazının devamı için tıklayınız...

12 Eylül 2007 Çarşamba

Mutluluğun Google Sorgusu

Sevgili mavi gözlü dev,
Önceleri, ta sizin zamanınızda, Google yoktu. Ben mutluluğun resmini Google'a sordum, bana bir sürü sonuç çıkardı. Önce Türkçe aradım, Orhan Gencebay'ın fotosu dahil, birbirinden değişik resmi önüme serdi. Sonra Fransızca aradım, Fransızların romantik olduğundan sanırım, çiftleri ön plana alan sonuçlar silsilesine ulaştım. İngilizce aratınca da, el ele tutuşmuş insanların (aile olsa gerek) çayılarda koştuğuna rastladım. Yani kısaca Nazım üstad, mutluluğun farklı dillerde bir sürü resmi mevcut.
Abidin Dino yerine Google'a sorsaydın sen de cevabını alırdın.

Senin zamanında aşklar nasıldı romantik şair? Masum muydunuz hepiniz? İnsanlar inandıklarına ve güvendiklerine sıkı sıkı sarılıyor muydu? Televizyon olmadığından vaktinizi okuyarak mı geçiriyordunuz? Her okuduğunuzla hayallere dalıp, aşklarınızı arıyor muydunuz? Alman romantizmi mi, Fransız romantizmi mi seni en çok etkilemişti? Biliyorum, okumuştun Goethe'yi, Hugo'yu, Schiller'i. Nazım üstad, şimdi bu adamları bilen pek kalmadı, bu sıralar bizde Ahmet Altan çok tutuluyor. Ne yazık ki, sen Ahmet Altan'ı okuyamadın, onun bir de babası var; ikisi de ikinci cumhuriyet falan diyorlar. Çok şey kaçırdın mavi gözlü dev, Ahmet Altan'ın seks fantezilerine romantizm diyen bir toplumdan uzaktasın şimdi. Gerçi sen hep ayrı kaldın vatanından, hâlâ da kabul etmedi seni bizim halkımız. UNESCO falan halt yemiş, en iyisini biz biliriz!

Konuyu dağıttım, kusura bakmayasın Nazım Baba. Ben senin birçok eserini okudum üstad, lise çağımda senin gibi şiir yazmaya çalıştım, arada yine yazarım. Üniversiteye gelince anladım ki, senin seviyene ulaşmak için daha çok acı çekmem gerek. Acılar mı yoğurdu seni böyle? Yoksa doğuştan mı romantiktin? Eğer doğuştan gelen bir yetenekse bu, ben şiir yazmayı bırakayım; yok acılarla hisli şiirler yazacaksam merak etme, ben de uzaktayım birçok aşka ve özlem ile yalnızlık kalem arkadaşım. Nazım üstad, bu çağın yüzeyselliği beni kahrediyor, romantik bir kişiliğe sahibim deyince, herkesin aklına güneşin batışıyla sevdiği kızın öpen erkek tipi geliyor. Hani mutlu sonla biten filmlerde var ya böyleleri, gerçi sen nereden bileceksin; o çağda sinema pek yaygın değildi. Piraye'ye Mektuplar adlı kitabını oğlun çıkardı, ne güzel mektuplar yazmışsın. Böylesine bir aşkı Romeo ve Juliet yavanlığında tanımadığım için mesudum, bırak gizli kalsın aşkınız. Canını sıkma, iki ciltlik o kitabı okuyan pek yoktur senin vatanında.

Gurbet adamı, senin Ayrılış Hikayesi şiirine bayılırım ben, okuduğum her sefer yüz üstü kalmış bütün duygularım kulaklarımda çınlar. Hayalperest benliğimin cevap bulamamış bütün ızdırapları aklıma gelir, yazdığım birkaç şiirin kağıttaki izleri kalbime işler. Her hissin ruhta farklı sarsıntılar oluşturduğuna inandığım gibi, her şiirin kağıtta farklı izler bıraktığına inanırım ben. Senin de aklına böyle şeyler gelir miydi?

Mavi gözlü Nazım, bir çocuğum olursa ileride, adını Nazım koyacağım. Ciddiyim, sorun değil okulda öğretmeninin onu solculukla suçlayacak olması. Bana da ismim Güney'den dolayı takmıştı bir edebiyat öğretmeni. Acaba benim çocuğumun yaşayacağı dönemde, böyle geri kafalılar hâlâ olacak mı?

Yazacak ve soracak bir sürü şeyim var ama hepsini bir kalemde tüketmek istemiyorum. Tüketime toplumuna hayır diyerek, seni bir şiirimle baş başa bırakayım.

özleme yenik düştü
ruhun
koparamadın kalbine yayılan korkuyu
"gri sahilin en kırmızısıydın"
demiştin bana
hatırlamak istemiyorsun
geçmişin umutlu anılarını
bilir misin oysa yeşil bakışlım
aşkların en olgunu özlemler sonrasındaydı.

20 Ağustos 2007 Pazartesi

Disturbia


Kale ve babası, mutluluk ve neşe dolu bir balık avının sonrası kaza geçirir. Bu kaza sonrası babasını kaybeden Kale, aradan geçen bir yılda sinirli ve umursamaz birine dönüşmüştür. Kale, İspanyolca öğretmenine yumruk atmasından dolayı, üç aylık ev hapsine mahkûm olmuştur. Tabii ki babasının ölümüyle filmin ilerlemesi arasında herhangi bir bağlantı yoktur. Baba ölür, hikâye kazadan alâkasızca ilerler.

Ev hapsi süresince kendine yapacak bir şeyler arayan Kale, komşularını dürbünle dikizlemeye başlar. Yeni taşınan komşu kızına bakar; arkadaşı Ronnie ile dikizlemenin zevklerine varırlar. Komşu kızı Ashley'nin de bu ikilin arasına girmesiyle, üç kişilik dikiz grubu tamamlanır. Bir diğer komşu Mr. Turner'dan şüphelenmeye başlayan dikiz grubu, yüksek teknolojik ürünleriyle evi göz hapsine alırlar ve olaylar gelişir... Alfred Hitchcock'un eseri Rear Window'dan arak bir konunun, Evde Tek Başına usulü çekilmesiyle ortaya çıkan Disturbia, vakit kaybından öteye gidemeyecek bir film. Ayrıca filmdeki Apple ürünlerinin, özellikle iPod'un devamlı göz önünde bulunması reklamcılığın sinemayı pislettiğine acı bir örnek.

19 Ağustos 2007 Pazar

Atonement


Gönüllerde taht kuran Pride & Prejudice filminden sonra genç İngiliz yönetmen Joe Wright, karşımıza yeniden bir roman uyarlaması ile, Atonement (Kefaret) ile çıkıyor. Ian McEwan'ın aynı adlı eserinden çekilen filmin başrol oyuncularında Pride & Prejudice'un Lizzie'si Keira Knightley ve The Last King of Scotland'dan tanıdığımız James McAvoy bulunuyor.

Konusuna ucundan değinirsek, on üç yaşındaki Briony Tallis, ablası Cecilia'yı çıplak şekilde kır evlerindeki havuza girdiğini görür. Cecillia'yı sadece kız kardeşi değil, çocukluk arkadaşı Robbie Turner da gözlemektedir. Atılan iftira sonucunda, bu üç karakterin yaşamı o gün sonunda tamamen değişmiştir. 1935'te başlayan öykünün bir kısmı İkinci Dünya Savaşı sırasında, bir kısmı da 1999 yılında geçmektedir. Film 29 Ağustosta Venedik Film Festivali'nde seyirci karşısına çıkacak.

18 Ağustos 2007 Cumartesi

21 Grams


Alejandro González Iñárritu'nun yönettiği, senaryosunu Guillermo Arriaga'nın yazdığı, Sean Penn, Naomi Watts ve Benicio Del Toro gibi oyuncuların rol aldığı 21 Gram sarsıcı bir filmdir.

Iñárritu, Arriaga ve Santaolalla üçlüsünün ikinci filmi 21 Gram, hayatın ne olduğunu, neye değdiğini, yaşamın devam edip etmediğini sorguluyor. Doğrusal yapıda ilerlemeyen hikâye, sinema kültüründen yoksun izleyiciler için karışıklık yaratsa da, parça bölük ilerleyiş yönetmenin dehasına örnek teşkil ediyor. 21 Gram'da hayata dair birçok dönemeç bulunuyor; dinin sorgulanmak, inançları ve umutları kaybetmek, yaşama dönmek, her şeyi kaybetmek ve yeniden yaşama devam etmek. Senaryodaki ustalığın her karede yansıdığı gibi, kamera kullanımlarının ve müzik seçimlerinin ne kadar üst seviyede olduğu fark ediliyor. Son olarak, izlemeyen varsa hayata sığan 21 Gram'ı, sizleri buraya çağırıyorum.

Iñárritu, Arriaga ve Santaolalla triosunun Babel sonrası ayrılması ne kadar üzücüyse, bize bıraktıkları üç filme sığınmak o kadar da mutluluk verici.

1 Ağustos 2007 Çarşamba

Lost in Translation

Yalnızlıkta Kaybolmak



Renkli ışıklar altında, bizim Nazım’ın “neon ışıkları” mısrasının çok farklı bir yansımasını Harris'in (Bill Murray) bindiği taksi camından görüyoruz. Modernlikte dünyanın tepesine Hiroshima Mon Amour’un yaşı kadar senede ulaşmış bir toplumun başkenti uçaktan inen belki dünyaca değil, ama Japonyaca ünlü Bob Harris’i ağırlıyor.

Orta yaş krizinin sonlarına yaklaşmış, hayatta ulaşacak fazla yeri kalmamış Harris, Japonya’ya reklam filmi çekmek için gelir. Bir viskinin reklam filmi ve fotoğraf çekimleri gibi sıkıcı ama paralı bir işin mecburiyetindeki Harris, yaşlılığa adım atmak üzeredir, mekanın Japonya’da olmasından mıdır bilinmez, o adamın bazı “genç” duyguları Charlotte (Scarlet Johansson) ile kabarır. Zeki ve genç Charlotte, yirmili yaşların ilk yarısında ve yeni evli, felsefe mezunu bir kadındır; kocasının işi nedeniyle Japonya’da belli bir süre geçirmesi gerekir. Eşinin arkasına düşen bu tedirgin kadın, büyümeye başladığını hissedip, yaşamın iplerini elinden kaçırmamaya çalışmaktadır; Japonya yolculuğunda kaybolmuş hislerini aramaktadır.

Aynı otelin çatısında, üsturuplu ve her şeyi önceden bilen bir çiftin hikayesidir bir nev’i Lost in Translation. Tek tek ele alındığında, birçok bağımsız filme malzeme çıkartacak kadar doludur film. Kısacası mekanımız kültür mutasyonları geliştiren Japonya, oyuncularımız başkalarıyla evli birer yalnız çift.

Birtakım rastlantılar silsilesinin sonucunda buluşan iki karakter Harris ve Charlotte, Coppola’nın yalnızlık tanımını oluşturuyor. Bu mucizevî yalnızlıklık paylaşımı, birbirini çok iyi anlayan olgun ve kırılgan insanların kendilerini anlamayanlardan kaçışıdır. Yalnızlık çifti modernliğin veyahut hızlılığın içinde kaybolmuş eşlerince yalnız bırakılmıştır; Harris’in derdini anlamayan karısı ve Charlotte’un işine düşkün kocası, farkında olmadan onları terk etmiştir. Tokyo gibi farklı kültürleri yaraşır-yaraşmaz içinde barındıran, son derece süratli bir yaşama sahip bu kentte yalnızlığın işlenmesi hiç de ironik değildir.

Bombanın düşüşünden sonra Japon kültürü tuhaf mutasyonlar geçirdi; bir vücut gibi düşünürsek, Güneşin Ülkesi yeni bir kola, bacağa ve göze sahip oldu. Haliyle kafanızda canlandırırsanız böyle bir insanı garip geldiğini anlarsınız. Güzel ve çirkin duran yenilikleri var Japonya’nın. Bir Japon’u şimdi Kurosowa’nın filme aldığı tipte, yani samuray halinde, görmek garip gelir bize; oysa teknoloji harikası bir fotoğraf makinesiyle görmek normal karşılanır. Artistik kesimli, saçları boyalı bir samuray filmine benzetiyorum Lost in Translation’u ve bu sebepten dolayı çağdaş sinemanın güzel bir örneği olarak gönlüme yazıyorum. Filmin arka planındaki kültür Coppola sinema kültüründen gelen bir kızın ellerinde böylesine güzel işlenmesi ve ufak bir zaman aralığına sıkıştırılan olgun, hafif çılgın, üzgün ve umutlu aşkın abartısızca anlatışı hayranlık duygumun kelimelere dökülmüş halidir.

Laflarımı bitirmeden, sizi üstad Funkster'in güzel kelimeleriyle baş başa bırakayım.

Yazının devamı için tıklayınız...

eMOTIVe



Barış, aşk ve anlayışın nesi komik?
Gülüyorlar. Kimi aptallığından “büyü artık” diyor, kimisi “dünyada barışa hiç yer yok” diyerek kahkahalar atıyor. Biri aptal, biri şeytan. 68 kuşağı cigerlerini rüyalarla derin derin doldururken, arkada Imagine çalıyordu. “Umarım bir gün bizi anlarsın ve aramıza katılırsın” diyen Lennon’a da güldü bu iki çoğunluk.

Aptalların başı çektiği toplumların içinde büyüyen barışçıl bünyelerin çektiği ızdırapları anlamadı, onlar. Gözleri masum gençlerin istedikleri anlayış, sevgi ve barıştı. Bunun nesi komik ki? Ne sizin paranıza ihtiyacı vardı onların ne de yüksek topuklu sosyal kimliklerinize. Onlar size, normların dikte edildiğini, sistemin kıyım yaptığını söylediler. Yine güldünüz, koyunlar gibi üstelik. Kadera bak ki, şeytanlar sizin kanınızdan beslenip büyüdü, büyüdü ve her yere hâkim oldu. Aynı şeytanlar, canavarlarını sizin gibilerin ruhuna medya ile yayıp korkunç yıkımlarına alt yapı hazırladılar. Toprağı avucunuza hiç almadınız, koklamadınız onu. Bilmediniz ki, toprak her zaman kana susuyordu sizin gibiler yüzünden.

Her savaş sonrası; “Anlamıyor musunuz? Savaş çözüm değil, yalnız aşk nefreti fethedebilir” diyenleri fesatlıkla suçladınız. Kendi barışını bulmuşları gördükçe içinizi kemirdiniz, onların mutlu yaşamlarına özendiniz ama sizin için her zaman emniyet ön plandaydı. Korkularınız şüphelere dönüştü, şüpheleriniz meşum düşüncelerle nefreti doğurdu. Yaşamın renkli hayallerini tatmadınız bu yüzden, dinlediğiniz hiçbir müzikten zevk almadınız. Propaganda marşlarıyla göğsünüz kabardı, politik akımlara sağlı sollu katıldınız. Nefretle yaptığınız her ayrım şeytanın işine yaradı. Doymak bilmeyen ruhlarınız hep daha fazlasını istedi, istedi, istedi ve asla yetmedi.

eMOTIVe, A Perfect Circle’ın üçüncü ve son albümüdür. 2004 yılının 2 Kasım’ında A.B.D’nin seçim günü piyasaya sürülmesi bir rastlantı sonucu mudur bilinmez, fakat albümün genel havası savaş, açgözlülük ve sevgiyle ilgilidir. 12 şarkının sıralandığı bu çalışmada, 10 şarkı farklı grup ve sanatçıların eserlerinin cover versiyonudur. Sadece “Passive” ve "Counting Bodies Like Sheep To The Rhythm of the War Drums" gruba ait eserlerdir. (Passive, Keenan’ın da bulunduğu Tapeworm Project’in şarkısıdır aslen, yalnız bu proje hayata geçmemiştir.)

Yazının devamı için tıklayınız...

Counting Bodies Like Sheep To The Rhythm Of The War Drums


Counting Bodies Like Sheep to the Rhythm of the War Drums, A Perfect Circle'ın eMOTIVe albümünün onuncu şarkısıdır. Single olarak da çıkartılan bu şarkı, Birleşik Devletler Başkanı George Bush ile devlet politikalarına meyil kazandıran medyaya karşı bir saldırıdır. Yalnızca sözleriyle değil klibiyle de açıkça görülen sert söylem, A.B.D'nin terörizm ile savaşmasını ve Orta Doğu'ya müdahalesini gözler önünde eleştiriyor.

Yazının devamı için tıklayınız...

25 Temmuz 2007 Çarşamba

Persepolis

Persepolis nedir, ben daha önce duymuştum bunu diyenler için kısa bir tarih paragrafı iyi gelecektir.

Persepolis, Pers Krallığının en ihtişamlı çağının eseridir. Dünya hakimiyetinin -şimdiki gibi- birkaç elde dağıldığı zamanların en güçlü imparatorluklarından Perslerin başkentiydi bu başkent. Persepolis Yunan-Pers savaşlarından nasibini almış, Büyük İskender'in askerleri tarafından kısmen yağmalanmış ve yıkılmıştır. Şehir günümüzdeyse UNESCO Dünya Mirası Liste'sinde koruma kapsamında bulunmaktadır.

1978'in Tahran'ı. Entellektüel, özgür düşünceye önem veren anne ile babanın küçük kızı, eve sık sık ziyarete gelen çok konuşan ve her şeyi bilen büyükannenin torunudur, sekiz yaşındaki Marjane. Asi bir karaktere sahip olan küçük Marjane, İran'daki İslam Devrim çağının tam ortasında bulunur. Küçük kızın büyüme çağını, bu çağın sorunlarını tarihi bir gerçekle biz seyirciler izleriz.

Yazının devamı için tıklayınız...

Zmruz Oczy (Squint Your Eyes)


Polonya'nın genç yönetmenlerinden Andrzej Jakimowski'nin ilk uzun metrajlı filmi Zmruz Oczy, (Squint Your Eyes/Kıs Gözlerini) bol ödüllü ve lirik bir yapım. Krzysztof Kieslowski'nin ünlü Renk Üçlemesinden tanıdığımız Jasiek rolündeki filmin başrol oyuncusu Zbigniew Zamachowski'ye, yardımcı rollerde Mala rolünde Ola Proszynska ve Eugene rolünde Andrzej Mastalerz eşlik ediyor.

Küçük bir kız ailesinden kaçıyor, eski öğretmeninin yanına sığınıyor. Öğretmeni pek bir şey yapmayarak yaşayan, hayatı elinin tersiyle iten birisi. Modern bir filozof, felsefe tarihi okuyanlar hatırlar bizim fıçıda yaşayan Diyojen'i, işte Jasiek de Polonya'nın Diyojen'i. Evi, arabası, sevgilisi varmış ama bunları bırakarak ufak bir köye taşınmış. Mala (Ufaklık) baskıcı, özgürlüğünü kısıtlayan ve kendisini birey olarak saymayan ailesiden firar ederek eski öğretmeninin yanına sığınıyor.

Yazının devamı için tıklayınız...

20 Temmuz 2007 Cuma

Altını Çizdiklerimiz

Bu kültürün okuma tembelliği sıcaklarla artar mı, azalır mı bilmem; ama kitap okumak ve kitap tüketmek arasındaki çizgiye basmamaya çalışıyorum son zamanlarda. Hızlı yaşayıp genç öleceğim, dediğim geçmiş çağdan sıyrılınca daha sakin ve oturaklı okumaya başladım. Hepimizin yakındığı tüketim hastalığı, haliyle ve ne yazık ki, okuduğumuz kitaplara da bulaşmış durumda. Çoğunlukla satırlar gözlerden kayarken, bir kulaktan girip diğer kulaktan çıkıyor kelimeler ve arada verdiğimiz kayıpların farkına bile varmıyoruz.

Yazının devamı için tıklayınız...

Let's Have a War


Let's Have a War, Amerikan punk grubu Fear'ın 1982 yılı çıkışlı The Record albümünün bir şarkısıdır. A Perfect Circle'ın, bir şarkı (Counting Bodies Like Sheep to the Rhythm of the War Drums) hariç coverlardan oluşan albümü eMotive'de de yer almaktadır.

Yazının devamı için tıklayınız...

Ne le dis à personne (Tell No One)


Ne le dis à personne (Tell No One), Amerikalı yazar Harlan Coben’ın aynı adlı kitabından uyarlama bir gerilim filmidir. Yönetmen Guillaume Canet’in ikinci uzun metrajlı filmi, Fransa’nın prestijli festivali César’dan en iyi yönetmen, en iyi müzik, en iyi erkek oyuncu dahil dört ödülle döndü, ayrıca ülkesinde 2006 yılının en çok izlenen filmlerinin başında geliyor.

Yakışıklı doktor Alex Beck (François Cluzet) ve güzel eşi Margot (Marie-Josée Croze), çocukluklarında yüzdükleri göle giderler. Gecenin sonunda Margot öldürülür, Alex ise baygın düşer. Bu olaydan sonra film sekiz yıl ilerler; geçen süre zarfında Alex, eşinin ölümünü atlatamamış ve toplumdan kendini koparmıştır. Doktorun bilgisayarına gelen gizemli bir e-postada şöyle yazmaktadır: Kimseye söyleme.

Yazının devamı için tıklayınız...

12 Temmuz 2007 Perşembe

Welcome to the Machine


Welcome to the Machine, Pink Floyd'un Wish You Were Here albümünde bulunur. Şarkının plak şirketlerine karşı bir tepki niyetine yazıldığı söyleniyor, PF gibi bir grubun neye veya kime yazdığı ufacık bir kapsamda değerlendirilemeyeceğinden bu söylentiyi es geçiyorum. Makine denen tanıma Roger Waters, The Wall'da eğitimi de katmıştı, bu bağlamda evrensel bir şarkı olduğunu bilip, birlikte dinleyerek konuşmaya başlayalım.

Yazının devamı için tıklayınız...

Mer de Noms


Albümün birçok şarkı sözü, “frontman” Keenan’ın tanıdığı çeşitli kişilere adanmış. Örneğin “3 Libras” şarkısı, Keenan’ın tanıdığı Terazi burcunda olan, dokuz kişi hakkında. Albümün ismi Fransızca “isimler denizi” demek. Şarkı listesi “Judith”, "Breña", "Rose", "Thomas", "Magdalena", "Orestes" gibi türlü adlardan oluşuyor. Bazı insanlar, bunu albüm için olası bir motif sayıyor. (Bazı çevrelere göre, bu olasılık albümün motifidir.) Albümün ön kapağındaki karakterler “LA CASCADE DES PRENOMS” şeklinde çevrilebilir, ki Türkçe manası “adlar şelalesi”dir.

Yazının devamı için tıklayınız...

20 Haziran 2007 Çarşamba

The Curious Case of Benjamin Button

David Fincher’ın 2008’de gösterime girmesi beklenen filmi yeni filmi. Başrollerini Brad Pitt, Cate Blanchett’in oynayacağı filmin yardımcı oyuncusu Narnia Günlükleri’nden tanıdığımız Tida Swinton. Öykü senaryolaştıran Oskar'lı (1995, Forrest Gump) senarist Eric Roth. The Curious Case of Benjamin Button, F. Scott Fitzgerald’ın 1922 yılındaki çıkarttığı kısa öyküyle aynı adı paylaşıyor. 2006 Ekiminde başlanan çekimlerin 2007 Eylülünde sonlanması bekleniyor.

Yazının devamı için tıklayınız...

19 Haziran 2007 Salı

Shine on You Crazy Diamond

Hissiyatlar Diyarı




Şöyle bir şarkı hayal edin; dakikalarca sürsün ama etkisini yitirmesin, zamana karşı gelsin, milyonları sürüklesin, sarhoş etsin ve dost muhabbet kursun. Shine on You Crazy Diamond, efsanevi grup Pink Floyd'un -benim için- en sarsıntılı şarkısı. Bir kere dinlemeniz yeterli; tekrar duyduğunuzda mutlaka bir parçası aklınıza gelir. Gitarı, ritmi, sözü, saksofonu, klavyesi, uzun introsu, Gilmour'un sesi veya hepsi... Kazınıyor ister istemez aklınıza ve tekrar işittiğinizde tanıdık hisleri duyumsuyorsunuz. Ne mutludur, Shine on You Crazy Diamond'ı bir kere de olsa dinlemişsinizdir.

Yazının devamı için tıklayınız...

18 Haziran 2007 Pazartesi

Alexis Zorbas (Zorba the Greek)


Hayatı özgürce yaşayabilir miyiz?

Tuhaf bir sorudan sonra sizi iki ana oyuncumuzla tanıştırayım. Anthony Quinn’in canlandırdığı Alexis Zorba, öylesine özgür bir insan ki, evliliği ve çocuk sahip olmayı “felaket” olarak adlandırıyor. Her konuşmasında basitlik ama tecrübe akan Zorba, bizim şu günlük yaşamda alışık olduğumuz kişilerden değil. Sevince boğulduğu anlarda, dünyanın en güzel müziğiyle dans eden birisi, üstelik dansın müziği; bizim kapı komşumuz, kültürlerimizin yakın olduğu, uzun süre savaştığımız ama asla ayrılamadığımız Yunanistan’ın müziği. Diğer oyuncumuz Basil (Alan Bates) utangaç bir yapıya sahiptir, insanlarla öyle çok sıkı fıkı olamaz. Saygılıdır bir o kadar, belli sınırları aşmadan herkesle konuşabilir, iş derinlere gelmeden kaçmasını yeğler. Alexis Zorba’nın, yani filmin ilgi çekici noktalarından en belirgini, birbirinden farklı bu kişileri tanıştırmasıdır. Farklı bir insanla tanışıp da hayatı değişen kaç kişi var etrafınızda? Basil’in hayatı Zorbas ile tanışarak değişir.

Yazının devamı için tıklayınız...

Little Miss Sunshine


Little Miss Sunhine'ı neden sevdik?


Birbirinden kopuk aile fertleri külüstür sarı bir vosvosa atlıyor. Amaç; Minikler Güzellik Yarışması (Little Miss Sunshine) adaylığa seçilen ailenin küçük kızı Olive'i Kaliforniya'ya götürmek. Yine bir yolculuk filmi; sorunlu bir aile yola atlayacak, yolda güldürücü, üzücü şeyler yaşayacaklar ve sonda hepimiz güleceğiz. Tam olarak böyle değil.

Şöyle bir canlandırın: "Kaybetmeye Hayır" kitabını yeni yazmış, kaybetmeyi sevmeyen, ıslah olmaz iyimser, kusursuz görünüşlü Baba Richard; aileyi umutsuzca çekip çevirmeyen çalışan, ikinci evliliğinde olan Anne Sherly; uyuşturucu bağımlısı, ağzı ve ahlâkı bozuk Dede Edwin; başarısız bir intihar girişiminden çıkmış, eşcinsel, Proust uzmanı, yazar Frank Dayı; Nietzche'ye delice hayran, amacı olan Hava Okuluna girene dek konuşmama yemini etmiş, Richard’ın üvey oğlu Ağabey Dwayne; ve bunca alâkasız tipin arasında, güzellik kraliçesi adayı, şirin göbeğiyle yedi yaşındaki Olive. Herkesin ayrı ayrı kaybettiği sözüm ona bir ailenin yaşamına, hastaneden çıkan Frank Dayı’yla hazırlıksız giriyoruz ve sadece masa sahnesinde ailenin birbiriyle ne kadar uyumsuz olduğunu fark ediyoruz. Her biri ayrı bir sit-com’a karakter olacak fertlerin akşam yemeğinde yedikleri “takeout” yiyeceklere, Sprite’ı içtikleri promosyon bardaklara bakarsak; orta sınıf Amerikan toplumunu izlediğimizi anlarız. Vasat bir izleyici; Hooverlar’ın uyumsuz fertlerinden sinema diline göre mücize beklendiğini, yolculuk hikayesine başlamadan art arda gösterilen karakterlerin tek ortak yönünün Olive’ı “mutlu etmek” olduğunu yemek sahnesinin sonunda anlamıştır. Anlamayıp izleyenlerin saçma buldukları şeyler, ta en başta o sıcacık müzik eşliğinde zaten gösterilmiş. O kültürün yemeği, tatlısı, basmakalıplığı, yüzeysel yaşaması ve başarısızlığı yönetmen karı-koca Jonathan Dayton ve Valerie Faris’in ilk uzun metrajlı filminde yer almış. Filmi duygusal aile komedisi, yol hikayesi, yüzeysel bir eleştiri diye sınıflandırıp beğenmeyenler var, ben karşı taraftayım. Little Miss Sunshine, bozuk bir toplumun aldatıcı bir gerçeklikle hicvedildiği harika bir bağımsız filmdir.

Yazının devamı için tıklayınız...

Mogari no mori

Kayıp Cennet


Dul ve terk edilmiş Shigeki düşkünler yurdunda yaşar. Tek arkadaşı, çocuğunu trafik kazasında kaybetmiş, genç hasta bakıcı Machiko'dur. Yaşlı adam ve genç kadın ormanın kalbinde, kaybettikleri yaşamlarını tekrar bulurlar. Bu koruyucu kayıp cennetin ortasında, matemlerini tutar, hayatı yeniden keşfederler.

Yazının devamı için tıklayınız...

Irkçılığın Saklı Yüzü


Yıl 2005. Özgürlüğün, eşitliğin ve kardeşliğin başkenti Paris’in varoşları alevler içinde. Bir polis kovalamacasının sonunda, günden güne büyüyerek bir azınlık sorunana dönüşen alevler, Haneke’nin Saklı’sında sönmeyerek unutulmuş hafızalara bir hatırlatma olarak geri dönüyor. Üstelik Avusturyalı yönetmen, Fransız topraklarından çıkan La Haine’den farklı bir yöntem çizerek –ki bu yöntem Haneke’nin gücünü aldığı eleştiri biçimidir- izleyecinin filme bakmasını değil, filmi görmesini ısrarla istiyor. İsteme usulünü sembolik anlamlarla pekiştiren provokatör yönetmen, film esnasında seyircilerine sorular soruyor. Bu yönüyle; La Haine’deki nefretin eylemsel biçiminden uzak kalan, kendine ait gerilimini sakin sakin çizen Caché, Avrupa’da ırkçılık üzerine çekilmiş filmlerin arasına üst sıralardan giriyor. Filmin yapımının ve gösteriminin göçmen ayaklanmalarının hemen sonrasına denk gelmesi tabii ki tesadüf değil, Haneke’nin sert üslûbunu destekler bir akıl oyunudur.

Yazının devamı için tıklayınız...

A Perfect Circle


A Perfect Circle, gitarist Billy Howerdel tarafından kurulmuş, alternatif rock yapan bir gruptur. Alternatif kelimesinin sıkça kullanıldığı bu tüketim pazarında, ender şekilde “underground” kalmış gruplardan biridir. Şu ana kadar çıkarttıkları üç stüdyo albüm dahil, bütün kliplerinde popüler Amerikan MTV kültüründen uzak durmayı başarmışlardır.

Grubun kuruluşu bir hayli ilginç. Billy Howerdel, ki kendisi gitar teknisyeni olarak Nine Inch Nails, Smashing Pumpkings, Fishbone ve Tool gruplarında da çalıştı, 1999 yılında Tool’un solisti Maynard James Keenan ile anlaşarak A Perfect Circle’ı kurmuştur.

Yazının devamı için tıklayınız...

17 Haziran 2007 Pazar

London to Brighton

2006’ın en iyi İngiliz filmlerinden birisi London to Brighton, Paul Andrew Williams’nin ilk uzun metrajlı çalışmasıdır. Düşük bir bütçeyle çekilen, gerçekçi anlatımı ve şiddet içeren sahneleriyle London to Brighton, sosyal birkaç soruna derinlemesine dokunarak uzun yıllar unutulmayacak bir ilk çalışma örneği sergiliyor. Edinburg Film Festivalinde En İyi Genç Yönetmen ödülünü kazanan, sinema eğitimi almamış bir sinemacının rahatsız edici filmi, çıkmazdan kaçmanın ve güçsüzü kullanmanın onu kurtarmaktan ne kadar zor olduğunu gösteriyor.

Yazının devamı için tıklayınız...

15 Haziran 2007 Cuma

Zavet (Promise Me This)

ZAVET



Emir Kusturica'nın son eseri Zavet (Promise Me This) Cannes'da gösterime girdi. Daha önce iki defa Altın Palmiye'yi kazanan Kusturica (When Father Was Away on Business ve Underground), yeni filmiyle Cannes'dan eli boş dönse de, Balkan komedilerini seven izleyicileri meraklandırıyor. Yazının devamı için tıklayınız...