20 Ağustos 2007 Pazartesi

Disturbia


Kale ve babası, mutluluk ve neşe dolu bir balık avının sonrası kaza geçirir. Bu kaza sonrası babasını kaybeden Kale, aradan geçen bir yılda sinirli ve umursamaz birine dönüşmüştür. Kale, İspanyolca öğretmenine yumruk atmasından dolayı, üç aylık ev hapsine mahkûm olmuştur. Tabii ki babasının ölümüyle filmin ilerlemesi arasında herhangi bir bağlantı yoktur. Baba ölür, hikâye kazadan alâkasızca ilerler.

Ev hapsi süresince kendine yapacak bir şeyler arayan Kale, komşularını dürbünle dikizlemeye başlar. Yeni taşınan komşu kızına bakar; arkadaşı Ronnie ile dikizlemenin zevklerine varırlar. Komşu kızı Ashley'nin de bu ikilin arasına girmesiyle, üç kişilik dikiz grubu tamamlanır. Bir diğer komşu Mr. Turner'dan şüphelenmeye başlayan dikiz grubu, yüksek teknolojik ürünleriyle evi göz hapsine alırlar ve olaylar gelişir... Alfred Hitchcock'un eseri Rear Window'dan arak bir konunun, Evde Tek Başına usulü çekilmesiyle ortaya çıkan Disturbia, vakit kaybından öteye gidemeyecek bir film. Ayrıca filmdeki Apple ürünlerinin, özellikle iPod'un devamlı göz önünde bulunması reklamcılığın sinemayı pislettiğine acı bir örnek.

19 Ağustos 2007 Pazar

Atonement


Gönüllerde taht kuran Pride & Prejudice filminden sonra genç İngiliz yönetmen Joe Wright, karşımıza yeniden bir roman uyarlaması ile, Atonement (Kefaret) ile çıkıyor. Ian McEwan'ın aynı adlı eserinden çekilen filmin başrol oyuncularında Pride & Prejudice'un Lizzie'si Keira Knightley ve The Last King of Scotland'dan tanıdığımız James McAvoy bulunuyor.

Konusuna ucundan değinirsek, on üç yaşındaki Briony Tallis, ablası Cecilia'yı çıplak şekilde kır evlerindeki havuza girdiğini görür. Cecillia'yı sadece kız kardeşi değil, çocukluk arkadaşı Robbie Turner da gözlemektedir. Atılan iftira sonucunda, bu üç karakterin yaşamı o gün sonunda tamamen değişmiştir. 1935'te başlayan öykünün bir kısmı İkinci Dünya Savaşı sırasında, bir kısmı da 1999 yılında geçmektedir. Film 29 Ağustosta Venedik Film Festivali'nde seyirci karşısına çıkacak.

18 Ağustos 2007 Cumartesi

21 Grams


Alejandro González Iñárritu'nun yönettiği, senaryosunu Guillermo Arriaga'nın yazdığı, Sean Penn, Naomi Watts ve Benicio Del Toro gibi oyuncuların rol aldığı 21 Gram sarsıcı bir filmdir.

Iñárritu, Arriaga ve Santaolalla üçlüsünün ikinci filmi 21 Gram, hayatın ne olduğunu, neye değdiğini, yaşamın devam edip etmediğini sorguluyor. Doğrusal yapıda ilerlemeyen hikâye, sinema kültüründen yoksun izleyiciler için karışıklık yaratsa da, parça bölük ilerleyiş yönetmenin dehasına örnek teşkil ediyor. 21 Gram'da hayata dair birçok dönemeç bulunuyor; dinin sorgulanmak, inançları ve umutları kaybetmek, yaşama dönmek, her şeyi kaybetmek ve yeniden yaşama devam etmek. Senaryodaki ustalığın her karede yansıdığı gibi, kamera kullanımlarının ve müzik seçimlerinin ne kadar üst seviyede olduğu fark ediliyor. Son olarak, izlemeyen varsa hayata sığan 21 Gram'ı, sizleri buraya çağırıyorum.

Iñárritu, Arriaga ve Santaolalla triosunun Babel sonrası ayrılması ne kadar üzücüyse, bize bıraktıkları üç filme sığınmak o kadar da mutluluk verici.

1 Ağustos 2007 Çarşamba

Lost in Translation

Yalnızlıkta Kaybolmak



Renkli ışıklar altında, bizim Nazım’ın “neon ışıkları” mısrasının çok farklı bir yansımasını Harris'in (Bill Murray) bindiği taksi camından görüyoruz. Modernlikte dünyanın tepesine Hiroshima Mon Amour’un yaşı kadar senede ulaşmış bir toplumun başkenti uçaktan inen belki dünyaca değil, ama Japonyaca ünlü Bob Harris’i ağırlıyor.

Orta yaş krizinin sonlarına yaklaşmış, hayatta ulaşacak fazla yeri kalmamış Harris, Japonya’ya reklam filmi çekmek için gelir. Bir viskinin reklam filmi ve fotoğraf çekimleri gibi sıkıcı ama paralı bir işin mecburiyetindeki Harris, yaşlılığa adım atmak üzeredir, mekanın Japonya’da olmasından mıdır bilinmez, o adamın bazı “genç” duyguları Charlotte (Scarlet Johansson) ile kabarır. Zeki ve genç Charlotte, yirmili yaşların ilk yarısında ve yeni evli, felsefe mezunu bir kadındır; kocasının işi nedeniyle Japonya’da belli bir süre geçirmesi gerekir. Eşinin arkasına düşen bu tedirgin kadın, büyümeye başladığını hissedip, yaşamın iplerini elinden kaçırmamaya çalışmaktadır; Japonya yolculuğunda kaybolmuş hislerini aramaktadır.

Aynı otelin çatısında, üsturuplu ve her şeyi önceden bilen bir çiftin hikayesidir bir nev’i Lost in Translation. Tek tek ele alındığında, birçok bağımsız filme malzeme çıkartacak kadar doludur film. Kısacası mekanımız kültür mutasyonları geliştiren Japonya, oyuncularımız başkalarıyla evli birer yalnız çift.

Birtakım rastlantılar silsilesinin sonucunda buluşan iki karakter Harris ve Charlotte, Coppola’nın yalnızlık tanımını oluşturuyor. Bu mucizevî yalnızlıklık paylaşımı, birbirini çok iyi anlayan olgun ve kırılgan insanların kendilerini anlamayanlardan kaçışıdır. Yalnızlık çifti modernliğin veyahut hızlılığın içinde kaybolmuş eşlerince yalnız bırakılmıştır; Harris’in derdini anlamayan karısı ve Charlotte’un işine düşkün kocası, farkında olmadan onları terk etmiştir. Tokyo gibi farklı kültürleri yaraşır-yaraşmaz içinde barındıran, son derece süratli bir yaşama sahip bu kentte yalnızlığın işlenmesi hiç de ironik değildir.

Bombanın düşüşünden sonra Japon kültürü tuhaf mutasyonlar geçirdi; bir vücut gibi düşünürsek, Güneşin Ülkesi yeni bir kola, bacağa ve göze sahip oldu. Haliyle kafanızda canlandırırsanız böyle bir insanı garip geldiğini anlarsınız. Güzel ve çirkin duran yenilikleri var Japonya’nın. Bir Japon’u şimdi Kurosowa’nın filme aldığı tipte, yani samuray halinde, görmek garip gelir bize; oysa teknoloji harikası bir fotoğraf makinesiyle görmek normal karşılanır. Artistik kesimli, saçları boyalı bir samuray filmine benzetiyorum Lost in Translation’u ve bu sebepten dolayı çağdaş sinemanın güzel bir örneği olarak gönlüme yazıyorum. Filmin arka planındaki kültür Coppola sinema kültüründen gelen bir kızın ellerinde böylesine güzel işlenmesi ve ufak bir zaman aralığına sıkıştırılan olgun, hafif çılgın, üzgün ve umutlu aşkın abartısızca anlatışı hayranlık duygumun kelimelere dökülmüş halidir.

Laflarımı bitirmeden, sizi üstad Funkster'in güzel kelimeleriyle baş başa bırakayım.

Yazının devamı için tıklayınız...

eMOTIVe



Barış, aşk ve anlayışın nesi komik?
Gülüyorlar. Kimi aptallığından “büyü artık” diyor, kimisi “dünyada barışa hiç yer yok” diyerek kahkahalar atıyor. Biri aptal, biri şeytan. 68 kuşağı cigerlerini rüyalarla derin derin doldururken, arkada Imagine çalıyordu. “Umarım bir gün bizi anlarsın ve aramıza katılırsın” diyen Lennon’a da güldü bu iki çoğunluk.

Aptalların başı çektiği toplumların içinde büyüyen barışçıl bünyelerin çektiği ızdırapları anlamadı, onlar. Gözleri masum gençlerin istedikleri anlayış, sevgi ve barıştı. Bunun nesi komik ki? Ne sizin paranıza ihtiyacı vardı onların ne de yüksek topuklu sosyal kimliklerinize. Onlar size, normların dikte edildiğini, sistemin kıyım yaptığını söylediler. Yine güldünüz, koyunlar gibi üstelik. Kadera bak ki, şeytanlar sizin kanınızdan beslenip büyüdü, büyüdü ve her yere hâkim oldu. Aynı şeytanlar, canavarlarını sizin gibilerin ruhuna medya ile yayıp korkunç yıkımlarına alt yapı hazırladılar. Toprağı avucunuza hiç almadınız, koklamadınız onu. Bilmediniz ki, toprak her zaman kana susuyordu sizin gibiler yüzünden.

Her savaş sonrası; “Anlamıyor musunuz? Savaş çözüm değil, yalnız aşk nefreti fethedebilir” diyenleri fesatlıkla suçladınız. Kendi barışını bulmuşları gördükçe içinizi kemirdiniz, onların mutlu yaşamlarına özendiniz ama sizin için her zaman emniyet ön plandaydı. Korkularınız şüphelere dönüştü, şüpheleriniz meşum düşüncelerle nefreti doğurdu. Yaşamın renkli hayallerini tatmadınız bu yüzden, dinlediğiniz hiçbir müzikten zevk almadınız. Propaganda marşlarıyla göğsünüz kabardı, politik akımlara sağlı sollu katıldınız. Nefretle yaptığınız her ayrım şeytanın işine yaradı. Doymak bilmeyen ruhlarınız hep daha fazlasını istedi, istedi, istedi ve asla yetmedi.

eMOTIVe, A Perfect Circle’ın üçüncü ve son albümüdür. 2004 yılının 2 Kasım’ında A.B.D’nin seçim günü piyasaya sürülmesi bir rastlantı sonucu mudur bilinmez, fakat albümün genel havası savaş, açgözlülük ve sevgiyle ilgilidir. 12 şarkının sıralandığı bu çalışmada, 10 şarkı farklı grup ve sanatçıların eserlerinin cover versiyonudur. Sadece “Passive” ve "Counting Bodies Like Sheep To The Rhythm of the War Drums" gruba ait eserlerdir. (Passive, Keenan’ın da bulunduğu Tapeworm Project’in şarkısıdır aslen, yalnız bu proje hayata geçmemiştir.)

Yazının devamı için tıklayınız...

Counting Bodies Like Sheep To The Rhythm Of The War Drums


Counting Bodies Like Sheep to the Rhythm of the War Drums, A Perfect Circle'ın eMOTIVe albümünün onuncu şarkısıdır. Single olarak da çıkartılan bu şarkı, Birleşik Devletler Başkanı George Bush ile devlet politikalarına meyil kazandıran medyaya karşı bir saldırıdır. Yalnızca sözleriyle değil klibiyle de açıkça görülen sert söylem, A.B.D'nin terörizm ile savaşmasını ve Orta Doğu'ya müdahalesini gözler önünde eleştiriyor.

Yazının devamı için tıklayınız...